
Cesur Yeni Dünya
“ Cesur Yeni Dünya”, Aldous Huxley’in 1931 yılında Fransa’da yazdığı ancak 1932 yılında İngiltere’de yayınlanan kitabı.
Ben İthaki yayınlarının bilimkurgu klasikleri kategorisinde yayınlanan 2021 yılı 37. baskısını okudum.
Kitabı Ümit Tosun Türkçeye çevirmiş.
Özet
1930'lar İngiltere'si Amerika’daki otomotiv sanayi devriminin gerisinde kalmıştır. Henry Ford bantta T serisini üretmekte, orta sınıfın talebine seri üretim yetmemektedir. Aynı yıllarda Londra’da aristokrasi ve elitler; topluluklar /halklar nasıl yönetilmelidir tartışmakta, demokrasi kavramı üzerine düşünürler kafa yormaktadır. Aldous Huxley bilim ve sanat dolu aristokrat bir ailede/ortamda yetişmiş döneminin en ileri gelen yazar ve düşünürlerinden biri. Büyükbabası Thomas Huxley bir biyolog, antropolog, bilim adamı. Agnostizmin ilk tanımını yapan kişi ve lakabı da Darwin’in bulduğu. Darwin’in teorilerini her ortamda hararetle savunması ile biliniyor. Yani aile biyolojik seçilimler, öjeni ve tanrı tartışmalarına aşina.
Bilimde, yeni buluş yapıldığı zaman aslında o buluş, hiç bir zaman tek kişinin ürünü değildir. Yüzlerce bilim insanının onlarca yıldır çabalarının en son halkasıdır. Total futbolda en son golü atan forvet gibi. Huxley de kendinden önceki yazarlardan her yazar gibi esinlenmiş. H.G. Wells’in “Zaman makinesi”, “Görünmez adam” gibi bilimkurgu kitapları ilk öncüler. Ancak Yevgeni İvanoviç Zamyatin’in 1924 yılında Birleşik Krallıkta İngilizce olarak yayınlanan despotik “Biz” romanının başlıca esin kaynağı olarak söylenmekte. “Biz” kitabı George Orwell’in 1984 üne de esin kaynağı olmuş.
Huxley’in hikayesi, uzun yıllar boyunca süren kişisel gözlemleri- düşüncelerinin ürünü olmakla birlikte; Amerika’ya yaptığı gemi yolculuğu sırasında Henry Ford’la otobiyografik kitabı üzerinden tanışması, Amerika’da tanık olduğu bantta seri araba üretim devrimi (birbirinin tıpatıp aynısı fonksiyonel cisimler), Kaliforniya’da gördüğü cinsel özgürlük, keyif verici maddeler, Huxley’in fabrika ayarlarını değiştirmiş gözüküyor.
Cesur yeni dünya; yaşlanmanın olmadığı, herkesin herkesle özgürce seks yapabildiği ancak kitapların, tanrının olmadığı bir dünya. Bu dünyanın da tesadüfe bakın ki totaliter -elit bir yönetimi var. Yönetimce Ford’un bantta seri otomobil üretim tarihi milat olarak alınıyor. Hikaye Ford sonrası 632 yılında Londra’da geçiyor. İnsanlar kuluçka yöntemi ile birbirinin kopyası şeklinde bir üretim bandında, embriyodan fetüse ve yeni doğana kadar şişe içinde geliştiriliyor. Kuluçka döneminde insansı yaratık-kölelerin her birine istenen özellikler bantta kazandırılıyor. Zekanın seviyesi kast sisteminde önemli parametrelerden biri. Herkes aynı zekada olursa sen ağa ben ağa bu koyunu kim sağa kavgası/kaosu olacağından ilk halledilmesi gereken mesele bu. Beraberinde uykuda öğrenme yöntemi ile her kast grubunda kendine uygun düşünme- davranma şekilleri sık tekrar yöntemi ile içselleştiriliyor. Amaç topluluk içindeki yerinden memnun köle-bireyler yaratıp toplumda istikrarı sağlamak. Herkese yeteneğine göre ve boş zaman bırakmayacak kadar iş. Köle bireylerin boş zamanının olması yöneticilerin hiç istemediği bir şey. Ya düşünerek tekerleğe çomak sokan olursa. İş bitiminde de soma adlı yan etkileri bertaraf edilmiş uyuşturucu madde günlük tayın gibi yutturuluyor. Soma kurallara uyumu kolaylaştırıyor.
Kast sisteminin en başında alfa artılar en altında epsilon eksi/yarı moronlar var. Hikayenin ana kahramanlarından biri Bernard Marx (Bernard’ı Bernard Shaw dan Marx’ı da Karl Marx’tan alınmış). Alfa artı ama üretim bandında iken bir hata ile fiziksel gelişimi alfa artılara göre geride kalmış. Kısa ve çirkin. Bu özelliği nedeni ile altlarından yeterince saygın muamele görmediğini düşünüyor. Kompleksli biri yani. Lenina adlı beta artı bir gözde kızla olmak hayali var ( bu arada hikayede alfa artı bir dişi yok). Bu garip topluluğun ana sloganlarından biri herkes herkese aittir. O yüzden kıza erişiminde sorun yok ama kızın da onu istemesi lazım. Aykırı görünümü ile aslında o da kızın ilgisini çoktan çekmiş durumda. Ve ikili Amerika’nın New Meksiko bölgesindeki aykırı yaşam bölgesine bir seyahate gidiyorlar. Bu bölgede seks yaparak hamile kalıp doğal yollarla çocuk yapan kadınlar var. Aile topluluk kavramı var. Kitaplar yasak değil. İnsanlar yaşlanıyorlar, hasta oluyorlar. İkili bu bölgede vahşi John’la tanışıyor. Vahşi John yıllar once buraya gezi için gelmiş olan kuluçka ve şartlandırma merkezinin müdürünün oğlu imiş aslında. Müdür kız arkadaşı ile olan gezisinde kız arkadaşı kaybolunca onsuz geri dönmüş. Kara talihli Linda ki vahşi John’un annesi, tek başına çıktığı gezintide bir kaza geçirip seks sırasında da korunmasını bilmeyince, bu vahşi bölgede kalmış ve müdürün oğlunu doğurmuş. Başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmemiş. Linda ve oğlu vahşi John aykırı yaşam bölgesinde öteki olarak görülüyor. Topluluk John’u içlerine almıyor. Dışlanmış ve yalnız. Aynı Bernard Marx gibi kendinin farklı olduğunun farkında.
Yeni dünyada kadınların çocuk doğurması, ana baba olmak gibi bir şey söz konusu değil. Komik ve alay konusu. Kompleksli alfa artı bay Marx, Vahşi John ve annesini yeni dünyaya beraberinde getiriyor. Bunun için izni de Ford hazretlerinden alıyor. Ford hazretleri de Mustafa Mond. Yeni dünyanın batı Avrupa denetçisi. Evet yanlış duymadınız Mustafa Mond. Mustafa'sı Mustafa Kemal Atatürk’ten alınmış. Mond da Sir Alfred Mond bir İngiliz sanayici ve politikacı. Yeni dünyadaki herkesin ilgisini yaşlı ve çirkin Linda değil vahşi John çekiyor. Herkes onunla zaman geçirmek için yarışıyor. Bir nevi sirk aslanı gibi. Bundan sonrası karabasan gibi. Shakespeare kitaplarını yutmuş Vahşi John düzeni sorgulayıp bir de işçileri ayaklandırmaya çalışınca yalnızlığa sürgüne gönderiliyor. Zavallı John sürgünde de ait olmadığı-dışlandığı bu cesur yeni dünya ile ilişiğini kesmekten başka çözüm bulamıyor.
Son yorumlar
Kitap; yayınlanmasının üzerinden 89 yıl geçmesine rağmen halen popüler, halen derin sosyolojik- felsefi tartışmaların konusu. Herkes hikayeyi bir ucundan tutabiliyor. Yazarın da kafasının hayli karışık olması, yıllar sonraki söyleşisinde, şimdi olsaydı gelecek için üçüncü bir yol daha bulurdum demesi, hikayeyi bir sürü güncel tartışmaya alaycı bir yaklaşım gibi sunması, tartışmaları daha da alevlendirmiş. Nihayetinde G. Orwell’in 1984 ünden daha iç açıcı olmayan despotik bir roman var karşımızda. Birinde son derece karanlık-despotik bir ortam çizilmiş. Diğerinde ise görünürde haza dayalı pembe bir tablo çizilmekle birlikte düşünceye- bilime-kitaba- bireyselliğe aynı şekilde yasaklar getiren bir sistemin kurgusu yapılmış .
Şimdi şöyle bir düşününce 1930’larda da günümüzde de insanlar “merkezi yönetim sistemi” dışında olasılıklar yaratamamış, hayallerde de olsa. Acaba bir gün insanlık birbirini yönetmeden-yönetilmeden var olabilecek mi?
İşte bu kitap da böyle. Kitaplarınız kadar hayalleriniz olsun.